Her şey 12 yaşında merak sardığım o cilt bakım malzemeleriyle başladı. O zamanlar tabi gözenek problemim ya da siyah noktam yoktu, tamamen Buket Sena’dan özendiğim için alıyordum. Keşke öyle kalsaydı… Neyse. 12 yaşında aldığım her haftalığı Sephora’da, Watson’s’ta harcardım. O zaman Maybelline’in Baby Lips’leri vardı, renk renk. Her dışarı çıktığımda etrafımdakilere aldırdığım o Baby Lips’ler bir yerden sonra koleksiyon olmuştu. Tabi o sırada EOS lipbalmlardan eksik kalamazdım, ülkemizde olmaması benim için asla engel değildi. Annemin yurt dışında yaşayan bir arkadaşından onları sipariş etmiştim bile. Mario Badescu spreylerden bahsetmiyorum bile; rutin hesabının favorisiydi. Tabii bu kız durur mu? Dershane çıkışı koşarak, ihtiyacı bile olmayan o facial mist’leri almaya giderdi. Tüketim çılgınlığı küçüklükten kalma anlaşılan.
“İşte o anlar, küçük bir kızın kendini arama çabasının, mükemmel olma hayalinin ilk kıvılcımlarıydı.”
O zamanlar bunlar benim için eğlenceyken, büyümeye başladıkça eziyete dönüştü. Artık liseye geçmiştim ve etrafımdaki herkes sanki 6. sınıfta izlediğim o YouTuber kızlar gibiydi: yapılı saçlar, suratlarında tonla makyaj. Affedersin, hiç çirkin bir kız değildim, o yüzden kendimde bir şey değiştirmeye ihtiyacım yoktu, ta ki 9. sınıfa geçene kadar. Bir anda kendimi resmen yok etmeye başladım. İnce olan kaşlarımı daha da incelttim, saçıma sarı attırdım, o zamanların klasiği olan wolf cut kesimi de kestirdim; tamamdım. Ama bir şey eksikti: tatmin duygusu. Yaptığım tonla şey beni asla tatmin etmemişti. Resmen güzelliğe aç bir canavara dönüşmüştüm.
“Kendime dokunamadığım, kendiyle barışamadığım o yıllarda, güzellik benim için bir kurtuluş değil, zincir oldu.”
Öyle böyle derken pandemi maskelerinin arkasından çıkma vakti gelmişti ve hopp, yeni kilit açıldı: “burnum.” Egzersizler mi dersiniz, bantlar mı dersiniz, her şeyi yaptım. Arada 4 yıl geçti, değişen hiçbir şey yok. Yaz tatiline girdik, saçlarımdaki sarılardan sıkılmıştım. Hemen kendi rengime boyadım ve dümdüz kestim saçlarımı. Artık daha normal bir kız olacaktım. Yaz bitti, okullar açıldı. Yüzümde tonla makyaj, her gün düzelttiğim saçlarımla okula gitmeye başladım. Tabi, görseniz beni, adeta özgüven bombasıyım. Halbuki kendimden o kadar uzaktım ki, asla 15 yaşında bir kız çocuğu gibi değildim ama “güzelim en azından” diyordum.
“Ama o ‘güzelim en azından’ diye geçiştirdiğim cümle, aslında içimde patlamaya hazır bir sessizlikti.”
Zaman böyle geçiyor derken spora başladım. Hopp, beden bozukluk algısı. 1.70 boyunda 60 kilo olmak kadar normal bir şey yokken bir anda deli gibi spor yapmaya başladım. Hepimizin bayıla bayıla giydiği o Range Rover mom ceketini de sokuyorum üstüme. Okula giderken herkes “Ay fizığın çok güzel!” diyince tabi, içimdeki o canavar doydukça doyuyor. Ben de istisnasız her gün onu besliyorum: saçlarımı düzeltiyorum, kaşlarımı haftada bir boyamaya başlıyorum, deli gibi spor yapıp tek öğün beslenerek sağlığımı mahvediyorum. Öyle böyle derken 10. sınıf bitiyor… ve yazın bir anda akıllanıyorum.
“Her gün beslediğim o canavar, bir gün beni tamamen ele geçirir diye korkuyordum.”
Ama akıllanmak mı? O takıntılar var ya, içimde deli gibi patlayan bir volkan gibi. Sylvia Plath demiş ki:
“I shut my eyes and all the world drops dead; I lift my lids and all is born again.”
İşte ben de aynaya bakarken öyle hissediyorum. Gözlerimi kapatıyorum, o kusurlar yok oluyor; açıyorum, hepsi aynı yerinde: yüzümdeki her çatlak, her siyah nokta, her pürüz.
Takıntı dediğin, beynimin içinde bir vampir gibi. Enerjimi emiyor, beni köşeye sıkıştırıyor. “Yeterli değilsin,” diye fısıldıyor, sabah kalktığımda yüzümün her santimini didik didik ediyor. O an, aynada gördüğüm kişi, 15 yaşındaki kendim değil. O kişi, kendini parçalamaya çalışan, güzellik denen o koca labirentte kaybolmuş bir ruh.
“Güzellik canavarı” demiştim ya, aslında o canavar benimle beraber büyüdü. Ve o canavarın fısıltılarına ne kadar kulak verirsem, kendimi o kadar unutuyorum. Bazen düşünüyorum da, takıntı öyle bir illet ki; ruhumu sarmalıyor, beni esir alıyor. Sylvia Plath’ın dediği gibi:
“I took a deep breath and listened to the old brag of my heart: I am, I am, I am.”
Ama ben bazen kalbimi duyamıyorum, o kadar çok susturuyorum ki.
Biliyorum, bu savaş kolay değil. Kendini kabullenmek, “Ben böyleyim” demek cesaret ister. Ama o cesareti bulmak lazım artık. Çünkü en güzel özgürlük, kendin olmakta gizli. Takıntılarımın beni yutmasına izin veremem. O canavarı beslemek yerine, ona “sus” demeyi öğrenmeliyim.
Ve şunu da unutmamalıyım: Güzellik sadece dış görünüş değil; güzellik, kendi hikayeni yazmakta, yara izlerini kabul etmekte ve her gün kendini biraz daha sevmekte saklı. Kendime bunu hatırlatmalı, aynada gördüğüm o kıza bir şans vermeliyim. Çünkü gerçek güzellik, kusursuz olmaktan değil, gerçek olmaktan gelir.
Ve işin aslı şu ki; hayat, hepimiz için karmaşık ve çoğu zaman zor bir yol. Kendi kusurlarımızla, eksiklerimizle, bazen kırık yanlarımızla baş başa kalmak en gerçek mücadele. Ama orada, o karanlığın içinde bir şey var; kendini kabul etmek, kendine şefkat göstermek. Çünkü insan olmak, mükemmel olmaya çalışmak değil; kırılganlığıyla, hatalarıyla, bazen çelişkileriyle bir bütünü tamamlamak demek.
Takıntılarımız, endişelerimiz, korkularımız bize yabancı değil; onlar da bizim bir parçamız. Ama onları köle yapmadığımız sürece, hayatın yükü biraz daha hafifliyor. Kendine uzatacağın küçük bir sevgi eli, içindeki fırtınayı biraz durdurabilir. Çünkü en büyük cesaret, kendine karşı dürüst olmak ve en karanlık köşelerini bile sevebilmektir.
Unutma, herkes kendi savaşını veriyor. Kimse tam olarak hazır değil, kimse tamamen tamamlanmış değil. Ve bu yüzden birbirimize karşı anlayışlı olmak, önce kendimize karşı yumuşak olmak gerek. Çünkü gerçek güzellik, aynadaki yansımandan çok daha derin; ruhunun sessizliğinde saklı.